MINDERHEITEN -WIE IMMER- UNERWÜNSCHT!

Das türkische Parlament hat einen Vorschlag zur Aufstockung der Mittel für die Minderheitenschulen der armenischen, griechischen und jüdischen Gemeinden des Landes abgelehnt, wie die Nachrichtenseite T24 berichtet.

Der Vorschlag, den der armenischstämmige Abgeordnete Garo Paylan von der prokurdischen Demokratischen Volkspartei (HDP) dem Planungs- und Haushaltsausschuss für das Jahr 2022 vorgelegt hatte, wurde von der regierenden Allianz aus der Partei für Gerechtigkeit und Entwicklung (AKP) und der rechtsextremen Partei der Nationalistischen Bewegung (MHP) abgelehnt, wie die Website weiter berichtet.

Paylan hatte den Gesetzesentwurf am 2. November vorgelegt, in dem er eine Aufstockung der Mittel um 40 Millionen Lira (3 Millionen Euro) im Staatshaushalt 2022 des türkischen Bildungsministeriums für insgesamt 22 solcher Schulen forderte, die von etwa 4.000 Schülern besucht werden.

Die von den armenischen, jüdischen und griechischen Minderheiten in der Türkei betriebenen Schulen haben seit langem mit finanziellen Schwierigkeiten zu kämpfen, die durch den allmählichen Rückgang der Schülerzahlen im Laufe der Jahre noch verschärft wurden. Das diese Schulen nicht mehr unterstützt werden, hängt einzig allein mit der generellen Ausrichtung der Politik der Regierung zu tun. Die Minderheiten sollen dazu „bewegt“ werden, das Land zu verlassen.

Zu Beginn des letzten Jahrhunderts gab es in der Türkei über 1.900 armenische Schulen mit 173.022 Schülern, wie Paylan in der Begründung seines Antrages im Parlament feststellte.

DAS ENDE EINER LEGENDE

„Die Türken sind gastfreundlich“, oder „die Türken sind freundlich gegenüber Ausländern“, und so weiter und so fort. 

Das sind nur Sprüche, Phrasen aus einem türkischen Phantasiegebilde, was nie existiert hat.

Ich zeige heute ein Beispiel des regulären Umgangs mit Fremden, mit den Flüchtlingen und Ausländern in der Türkei. 

Die Stadt Bolu liegt zwischen Ankara und Istanbul. Früher sagten die Istanbuler, dass die besten Köche des Landes aus Bolu stammen. Ich habe dies nie überprüfen können. Ansonsten fällt diese Stadt nicht besonders auf. 

Bis auf die Stadtverwaltung.

Der Oberbürgermeister dieser Stadt ist Mitglied in der größten Oppositionspartei, der sozialdemokratischen CHP. Der OB gehört vermutlich zu dem faschistoid-nationalistischen Mehrheitsflügel der Partei. 

Seit Monaten bemühen sich dieser Oberbürgermeister und seine Stadtverwaltung, Ausländer und Flüchtlinge aus der Stadt zu vertreiben. Und zwar nicht heimlich. Nein, die Ausländerfeindlichkeit wird offen zur Schau gestellt, Flüchtlinge, Menschen ohne die türkische Staatsangehörigkeit werden gezielt aus der Stadt vertrieben.

Heute hat das Stadtparlament von der Stadt Bolu auf Antrag des Oberbürgermeisters beschlossen, dass die Wassergebühren für nicht Türken auf das 11-fache erhöht werden. Pro Kubikmeter auf 2,5 US Dollar. 

Und wenn ein Ausländer, der eine Aufenthaltsgenehmigung in Bolu hat, heiraten möchte, muss er der Stadtverwaltung 100.000 türkische Lira als Gebühr vorlegen. Das sind fast 10.000 Euro. 

Diesem Antrag haben neben der Republikanischen Volkspartei, auch die „gemäßigten“ Grauen Wölfe, die IYI Partei zugestimmt. Die Regierungsparteien AKP und MHP sollen dagegen gestimmt haben.

Andere Reaktionen? 

Keine. Vor allem keine Reaktionen aus der sozialdemokratischen Partei CHP. 

Stellt Euch vor: Ein SPD-Oberbürgermeister würde einen ähnlichen Beschluss in einer deutschen Stadt gegen Ausländer im Stadtparlament beschließen lassen? 

Deswegen sage ich, diese „türkische Gastfreundschaft“ sei eine Legende. 

Kılıçdaroğlu, tarihle yüzleşme ve yeni kurucu hikaye

TANER AKÇAM 

Bu ülkede eğer yeni bir Cumhuriyet istiyorsak, artık bu savaşı bitirmemiz ve bu savaş dilinin dost ve düşmanlarına bir son vermemiz; kendimize yeni bir kuruluş hikayesi anlatmamız gerekiyor. Ve bu kuruluş hikayesi, başta Ermeni soykırımı olmak üzere, yaşanan tüm yıkımları, Cumhuriyetin kuruluş hikayesinin bir parçası yapması gerekiyor

Aşağı yukarı 30 yılı aşkın bir süredir, Türkiye’nin tarihi ile yüzleşmesinin zorunlu ve siyasetin bu konuyu merkezine almasının şart olduğunu savunurum. Bu konuda o kadar çok yazı yazdım, konuşma yaptım ki bazen boş duvara konuştuğum hissine de kapıldım. Ama Kılıçdaroğlu son çıkışıyla yazdıklarıma ses vermiş görülüyor. Üstelik bu yazılarımdan birisindeki sözlerimi de tekrar ederek (Gazete Duvar 16 Aralık 2020)

Şimdi herkes, Kemal Kılıçdaroğlu eksenli, “Yapar mı yapmaz mı?”, „Ne kadar yüzleşir ne kadar yüzleşmez” tartışmasıyla meşgul. Oysa bu doğru bir yöntem değil. Tartışmanın sadece Kılıçdaroğlu’nun söyledikleri etrafında dönmesi bize bir şeyi gösteriyor. O da bu tartışmaya katılanların söyleyecekleri bir şey yok; bu nedenle yapabildikleri “çekiştirmenin” ötesine geçmiyor.

Burada konuyu bir adım ileri götürmek ve yüzleşmenin hangi çerçevede ele alınması gerektiği konusunda, Dersim özelinden hareketle bazı gözlemlerde bulunmak istiyorum. Ana tezim, Türkiye’nin temel probleminin, onun kuruluş hikayesi olduğu ve bizim yeni bir kuruluş hikayesine ihtiyacımız olduğudur.

Kuruluş hikayesi ön koşuldur

Bir ulusu bir arada tutan faktörler arasında önemli olanlardan biri anlatılan kuruluş hikayesidir. Bu hikâye hem insanlar arasında kolektif bir aidiyet duygusu yaratır hem de toplumun ayakta kalmasını sağlayan kurumlara meşruiyet zemini kazandırır. Özellikle hukuk devleti ve onun esasını oluşturan demokratik kurumların işlerliği açısından kuruluş hikayesinin kapsayıcı karakteri çok önemlidir. Burada Ulus’u Hannah Arendt’in jenerik ‘ulus devlet- nation state’ bağlamında kullandığımı söylemek isterim ve kastettiğim Türkiye’dir.

Türkiye’de anlatılan ve hepimizin ezberlemiş olduğu kuruluş hikâyesi artık bu ulusu bir arada tutmaya yetmiyor. Yaşanan bir ‘toplumsal doku dağılması’, ‘kumaş yırtılmasıdır’. Son yıllarda, çok sınırlı da olsa var olan hukuk devletinin ve demokratik kurumların son derece ciddi erozyona uğramasının arka plan nedenlerinden birisi de bu bilinen kuruluş hikayesinin çökmüş olmasıdır. 2023’e giderken yeni bir Cumhuriyete ve buna uygun yeni kurucu bir hikâyeye ihtiyacımız var. Ana soru, yeni Cumhuriyetin kurucu hikâyesinin köşe taşlarının ne olacağıdır. Bu konuda birkaç öneride bulunmadan önce eldeki kurucu hikâyenin ana probleminin ne olduğuna değinmek isterim.

Kurucu hikayesi bugün niçin sorun?

Türkiye’nin bugünkü kurucu hikâyesi, esas olarak onun kuruluş savaş(lar)ını anlatır. O zamanın ve savaşının dili bugün de egemendir. Bugün geçmişimiz ve geleceğimizle kurduğumuz ilişkiyi esas olarak belirleyen o dönemde oluşmuş bu savaşın dilidir. Başlangıç tarihini 19’uncü yüzyıl başındaki Sırp isyanına veya 1878 Berlin anlaşmasını kadar geriye götürebilirsiniz. Ama özel olarak 1912-13 Balkan savaşları ile derinleşen ve 1938’de tamamlanan kuruluş savaşlarında oluşan bir savaş dilinden söz ediyorum. Ve bugün için de zihinlerde devam eden bir savaşın varlığından söz ediyorum.

Bu kuruluş hikâyesini “vatanı ve milleti bölmek isteyen iç ve dış güçlere karşı verilmiş bir yoktan varoluş savaşının” anlatımı olarak özetlemek mümkündür. 1918-1923 Kuruluş savaşının bu dilin oluşmasında çok özel bir yeri vardır. Bu anlatı, ülkenin gerek siyasi gerekse entelektüel kültürel atmosferine büyük ölçüde egemendir. Burada sağcı-solcu, laik-Müslüman, Alevi-Sünni fark etmiyor. Çünkü bu savaş, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkımı ile sonuçlanan yüzyılı aşkın savaşlara ve onların yarattığı travmalara bir son verdi.

Savaşlar ve takip eden yenilgiler her ulus için bir aşağılanma ve küçük düşürülmedir. Ortada yıkılmış ve yaralanmış bir ulusal onur vardır. Savaşlardan yenilgi ile çıkan her ulus, ilk iş olarak yıkılmış onurunu tamire soyunur. Türk Kuruluş Savaşı, yaralanmış ve zedelenmiş Türk onuruna sürülmüş bir merhem gibiydi. Bu nedenle, sağcısından solcusuna, İslamcısından milliyetçisine, laik sekülerlerinden Alevilere kadar geniş kesimlerce sorunsuz kabul ve tekrar edildi.

Cumhuriyet’in kuruluş hikayesinin en önemli tarafı, onun bir zafer ve bir kahramanlık menkıbesi olarak anlatılmasıdır. Bu anlatımın bugün için çok ciddi sonuçları vardır.

Kuruluş hikayesinin üç olumsuzluğu

Birinci olumsuz sonuç: Bugün dahi hala bu savaşlarda oluşmuş savaşın dilinin kullanıyoruz. Bu savaş dili ile, sadece o dönemin savaş(lar)ı ve yapılanlar kutsanmıyor, o savaşların deneyimleri de bugüne aktarılıyor ve bugünün olayları da esas olarak o dönemin savaş söylemi içinde değerlendiriliyor. Savaş yıllarında oluşmuş dost ve düşman kategorileri sadece bugüne aynen aktarılmıyor, bugünkü aktörler de aynı dost-düşman kategorileri ile değerlendiriliyor.

Yani, savaş deneylerinin aktarılması eksenli oluşan bir kuruluş efsanesi, bize savaşın bugün hala devam ettiğini hatırlatıyor. Söylemde hala devam eden, bitmemiş savaş bugünkü en temel problemimizdir. Bu kuruluş savaşının artık bitirilmesi ve bu savaş döneminde oluşmuş dile bir son verilmesi gerekiyor.

İkinci olumsuz sonuç: Kuruluşu ve özellikle bugünü hala devam eden bir savaşın diliyle anlamaya ve açıklamaya çalışmak, düşman olarak tanımlanan ve zaferin kendilerine karşı kazanıldığı söylenen kesimlerin yine bu ülkenin vatandaşları olduğunun görülmemesi sonucunu doğuruyor. Sözü edilen kuruluş savaş(lar)ı aslında Osmanlı-Türk devletinin kendi vatandaşlarına karşı yürüttüğü bir savaş idi. Devletin, kendi vatandaşına karşı verdiği savaşı, bize bir zafer ve kuruluş hikayesi olarak anlatması ve savaşta oluşmuş söylemin bugün bile devam ettirilmesinin doğrudan sonucu ise bu ülkenin önemli bir kesiminin dışlanması ve yok sayılması oldu. Bu ötekileştirilenler ve bugün de hala düşman olarak görülenler, önce vaktiyle bu ülkenin yüzde 25’ini oluşturan Hıristiyan vatandaşları idi. Ve daha sonra özellikle Koçgiri ile başlayan yeni süreçle birlikte Kürtler ve Aleviler de buna dahil edildiler. Dersim, bu savaşların belki de son durağını temsil eder.

Üçüncü negatif yan sonuç: Kuruluş hikayesinin hala devam ettiği düşünülen bir savaş olarak anlatılması ve hatırlanması anlatılan hikâyenin aslında bir yıkım ve katliam hikayesi olduğunun görülmemesi sonucunu doğuruyor. Ve bu yıkımla asla yüzleşme ihtiyacının duyulmuyor olmasının asıl nedeni budur. Çünkü, yıkımlar, katliamlar ve yaşanılan acılar, bir zaferin olmazsa olmaz yan ürünü olarak görüldüler. Bu nedenle ne 1968 sol kuşağı ve oradan üreyen solcu örgütler, ne 2000’li yılların Ergenekoncuları ne de 2013 Gezi sonrası AKP çevreleri, kendilerini “Kuvayı Milliyeci” olarak tanımlamakta bir mahsur gördüler. Kendileri bugünün yeni kurucu kahramanlarıydı ve yapmaları gereken de atalarının yarım bıraktığı işi tamamlamaktı. Siyaseten yaptıklarını “ikinci kurtuluş savaşı” olarak göstermeyen ve böyle anlatmayan bir siyasi çevre bulmak gerçekten zordur.

Yeni bir hikâyenin bazı ön taşları

Bugünkü Cumhuriyetin en önemli krizi budur ve üç sac ayağında sahiptir: Kuruluş hikayesinin sadece bir zafer savaşı olarak anlatılması; bugün de hala bu savaşın devam ettiğine inanılması ve bugünkü sorunlarla bu savaşın mantığı ve diliyle yaklaşılması ve yok edilen ve imha edilenin bu ülkenin vatandaşları olduğunun görülememesi… Bu nedenle tarihteki yıkımların, katliamların, acıların bu hikâyede yeri yoktur. Bu kuruluş hikayesi bu şekilde anlatılmaya devam edildiği müddetçe ne tarihle yüzleşmek mümkündür ne de barış ve demokrasiyi esas almış bir gelecek kurmak.

Bugün artık değişmesi gereken budur. Bize yeni bir kuruluş hikayesi şarttır. Artık savaşın bittiğinin kabul edilmesi ve bu savaş diline bir son verilmesi gerekiyor. Bugünün siyasetine geçmiş savaşın zihniyeti ve diliyle yaklaşmak bir kuruluş değil bir yıkım habercisidir. Geçmiş üzerine konuşmak sadece tarih konuşmak değildir, geleceği kurmaktır. İyi bir gelecek kurmak istiyorsanız, geçmiş yıkımları büyük zaferler olarak anlatmaktan vazgeçmek ve geçmişte yaşanmış yıkım ve katliam hikayelerini yeni kuruluş hikayesinin bir parçası haline getirmek zorundayız.

Eğer bu Cumhuriyet’te tüm vatandaşların eşit ve özgür biçimde bir arada yaşamaları arzulanıyorsa imha edilen ve yok sayılan vatandaşlarının hikayesinin de kuruluş hikayesinin bir parçası haline getirilmesi şarttır. Hıristiyan’ın, (Ermeni, Rum, Süryani) Yahudi’nin, Kürt’ün, Alevi’nin çektiği acıyı yeni kuruluş hikayesinin harcı haline getiremezsek yarını kuramayız. Bu kesimlerin yaşadıkları katliam ve acıların öyle çok kesişme noktası vardır ki, tarihe eleştirel gözle bakarak bu kesişmeleri görmemiz mümkündür.

Dersim’in yeri ve anlamı

Benim açımdan, 1937-38 Dersim soykırımı üzerine konuşmamızın anlamı burada yatıyor. Dersim katliamı, kendisinden önceki yaşanan katliamların hem son noktasıdır ve hem de onların izlerini taşır. Başta Ermeniler, Hıristiyanların imhasının derin izlerini Dersim soykırımında da yaşarız. Dersim, Ermeni, Süryani ve Rum soykırımının nihai bir noktası, Osmanlı’da başlayanın Cumhuriyette tamamlanması gibidir.

Ve aslında bu sürekliliği gözlemek için 1937-1938’de kadar beklemeye de gerek yoktur.

Kesişme noktalarına ufak örnekler

1920 Aralık ayında kurulan Milli Ordu’nun kumandı Sakallı Nurettin Paşa’nın verdiği ilk emirlerden birisi Koçgiri ve Dersim bölgesindeki Müslüman olmayanların listesinin çıkartılmasıdır. Koçgirililer, “Ermenilerden sonra sıra bize geldi ve bizi de Ermeniler gibi sürecek ve kesecekler”, endişesi ile hareket ederler. Nitekim, resmi yazışmalarda, Koçgiri katliamının gerekçesi olarak gösterilen Ümraniye olaylarının gerçek failinin Ermeniler olduğu yazılır ve bölge insanı Ermenilerle iş birliği yapmakla suçlanır. Koçgiri ve Dersim katliamlarında önemli bir rol oynayan Hüseyin Hüsnü olarak da bilinen Abdullah Alpdoğan, Ermeni ve Pontus soykırımlarında da çok önemli roller oynamıştır. Şükrü Kaya ve Mustafa Abdülhalik Renda gibi Ermeni soykırımının baş aktörlerinin Dersim soykırımında da başrol olduklarına değinmek bile gereksiz.

Daha 1937-38 katliamından beş yıl önce bile, 1933’te Dersim’de yapılan askeri operasyonların önemli hedeflerinden birisi bölgede saklanan Ermenileri bulmaktır. Bu yıl yapılan operasyonlar hakkında 6 Eylül 1933 tarihinde bir rapor yazan Umum Müfettişlik, yapılan aramalarda bulunan Ermeni sayılarını aktarır ve yakalanan Ermenilerin daha önce planlandığı veçhile sürgün edildikleri bildirilir. Raporda aktarılan önemli bir bilgi de köylerden, aralarındaki Ermeni nüfusunu bildirmelerinin istendiği ve ama gelen bilgilerde hiçbir Ermeni’nin olmadığının söylendiğidir. Dersimliler, aralarındaki Ermenileri korumaktadırlar.

1937-38 katliamının önemli nedenlerinden birisi de Dersimlilerin Ermenileri korumuş olmalarıdır. Katliamdan kurtulan bir görgü tanığı, askerlerin bazen öldürmelerden önce bazen de sonra, erkeklerin pantolonlarını indirip, sünnetli olup olmadıklarını kontrol ettiklerini aktarır. Örneğin Xêçe’deki katliamın yapılma sebebinin buranını ahalisinin Ermeni olmasından kuşkulanılmasıdır. Tanık, Xêçe katliamı sonrası, askerlerin erkeklerin donlarını indirip, sünnetli olup olmadıklarına baktıklarını söyledikten sonra, hükümetin “biz bunları Rum-Ermeni sandık” diyerek “pişman olduğunu” aktarır.

Son söz

Bu ülkede eğer yeni bir Cumhuriyet istiyorsak, artık bu savaşı bitirmemiz ve bu savaş dilinin dost ve düşmanlarına bir son vermemiz; kendimize yeni bir kuruluş hikayesi anlatmamız gerekiyor. Ve bu kuruluş hikayesi, başta Ermeni soykırımı olmak üzere, yaşanan tüm yıkımları, Cumhuriyetin kuruluş hikayesinin bir parçası yapması gerekiyor. Zaferlerle biten savaşlar değil, bu ülkenin kendi vatandaşlarına yazık edildiği; Rum, Süryani, Ermeni, Kürt ve Alevi bu ülke vatandaşına yazık edildiği bu yeni hikâyenin merkezinde durmalıdır. “Vatanı bölmek isteyen iç ve dış düşmanlar” söylemi yerini “yazık edilen vatandaşlara” bırakmak zorundadır. Tekçi, monologçu değil, farklı anlatımlara olanak sağlayan, çoğulcu bir kuruluş hikayesine ihtiyacımız var. Eğer bugünün Kürdü, Alevisi, Ermenisi, Süryanisi kendisini, bu kuruluş hikayesinin bir parçası olarak göremezse bu topraklarda bir arada yaşamak imkânsız hale gelir.

Dersim ve onun sembolik önderi Seyit Rıza da bu yeni kuruluş hikayesinin en önemli parçasıdır. Dersimin ve Seyit Rıza’nın bizim kuruluş hikayemizin bir parçası ve sembolü yapılmaları bizim demokratik geleceğimizin garantisi olacaktır.

Erdogan – endlich eine gute Tat

Erdogan hat den heutigen Tag, den 11. November, zum „Tag des Waldes“ erklärt.

Er ging mit seinem ungarischen Kollegen Viktor Orban in einen Wald und da pflanzten die beiden einen Baum.

Erdogan und Orban – der gemeinsame Waldspaziergang

Dann kündigte der türkische Präsident an:

„In den vergangenen 19 Jahren unserer Regierungszeit haben wir bis jetzt 5,5 Milliarden Bäume eingepflanzt und werden bis Ende 2023 die Zahl der neuen Bäume auf 7 Milliarden erhöhen.“ (Vgl. Hürriyet v. 11.11.2021 – https://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-11-kasim-milli-agaclandirma-gunu-cumhurbaskani-erdogan-duyurdu-81-ilde-81-millet-ormani-41937058)

Ich dachte, das ist endlich mal eine gute Tat des Präsidenten, eine großartige Initiative nach den vielen Waldbränden in diesem Jahr.

5,5 Milliarden Bäume wachsen schon. Und in zwei Jahren werden es schon bald 7 Milliarden neue, junge Bäume in den Himmel ragen, Kohlendioxid zu Sauerstoff verarbeiten, für den Regen sorgen.

Aber just in diesem Moment holte mich meine Vergangenheit ein. Mein Mathe Studium.

7 Milliarden Bäume werden es nach 21 Jahren sein, Ende 2023.

21 Jahre haben 7665 Tage.

Vorausgesetzt es gibt keinen einzigen freien Tag wären es 913.242 Bäume am Tag, die bepflanzt werden.

In der Stunde wären es 38.051 Bäume.

In der Minute sind es dann 634 Bäume.

Schliesslich pflanzen die Arbeiter des türkischen Präsidenten 11 Bäume in der Sekunde an, rund um die Uhr ohne Pause.

Scheiss Mathematik. Sie zerstört alle meine Illusionen.

DER OBERSCHLEUSER ERDOGAN

Ein unter türkischer Flagge fahrendes Frachtschiff mit 382 überwiegend afghanischen Migranten an Bord legte am frühen Sonntag sicher im Hafen der griechischen Insel Kos an. Vorher trieb sie mit ausgefallener Motor zwei Tage lang in der Ägäis herum. Dann schickte es ein Notsignal.

Unter dem Namen „Murat 729“ ist das Schiff registriert. Die gesamte Besatzung, sechs Personen wurden noch am griechischen Hafen festgenommen. Es ist seit Jahren eines der größten Flüchtlingstransporte in der Ägäis.

Griechenland war bisher die Hauptroute für Asylsuchende aus der Türkei in die Europäische Union. Die Zahl der Ankünfte ist seit 2016 stark zurückgegangen, nachdem die EU und Ankara eine Vereinbarung getroffen hatten, um Migranten an der Überfahrt nach Griechenland zu hindern. Dafür zahlte die EU Milliarden an die Türkei.

Am Freitag hatte das griechische Schifffahrtsministerium die Türkei aufgefordert, die Rückkehr des maroden Schiffes zu akzeptieren. Das wurden von der Türkei abgelehnt. Kein Schiff verlässt einen türkischen Hafen mit 400 Flüchtlingen, ohne die Zustimmung des Hafenmeisters. Auch die türkische Küstenwache muss es gewusst haben.

So ein Schiff kann nur durch die Zustimmung der Sicherheitskräfte den Hafen verlassen. Daher will man das Schiff nicht zurücknehmen.

Übrigens in der vom Erdogan zensierten türkischen Presse steht es kein Wort über diesen Transport.